Dr. Bülent URAN

Kişisel Web Sitesi

Üyelik Girişi
HOLİSTİK SAĞLIK

Bölüm 19 - Mallaşmak

Spiritüellik ve Mallaşmak…

Zihinle çalışmalara başladığım yıllarda anlamakta ve anlatmakta en zorlandığım konu, insanın spiritüel bir varlık olduğuydu. Uzun yıllar spiritüellik kelimesini kullanmama rağmen, neyin karşılığı olarak kullandığımdan pek emin değildim. Sonra zamanla spiritüellik kavramı şekillenmeye ve beni tatmin eden bir karşılığa oturmaya başladı.

Benim için spiritüellik, evrensel gerçeklerle uyumlu yaşamanın karşılığı oldu. Bir bakıma hipnozda yaşamanın karşıtı... Evrensel olmayan gerçekdışılara inanarak yaşamak, hipnozda yaşama şekli olurken, hipnozlarından kurtuldukça, geçmişin hipnozlarını akıttıkça, spiritüel yaşamaya başlıyoruz.

Tabi evrensel gerçekler deyince sadece bilinen gerçeklerden söz etmiyorum. Bugün fiziğin bile çözemediği belki de bilinenden kat kat fazla olan gerçekleri de kastetmeye başlıyorum. Bilimsel bilginin bir kısmı spiritüellik ile bağdaşırken, bir kısmının da hipnotik bilgiler içermesi ihtimali yüksektir. Bilim her zaman hipnozun karşıtı değildir. O halde spiritüel gerçeğin ne olduğunu nasıl bileceğiz? Bir takım kabullenmelere göre yaşarken, eğer bu kabullenmelerimizin sonuçları evrensel ve doğal akışa uygun bir durum ortaya çıkarıyorsa, muhtemelen spiritüel gerçeği yakalamış olacağız.

Evet, spiritüel yaşamak biraz muhtemelen bilgilere göre yaşamaktır. Bazı spiritüel olduğu iddia edilen kavramlar ya da kanıtlanmamış bilgileri kesin varmış gibi ifade ederek yaşamaya çalışmak bana yine biraz hipnozda yaşamak gibi geliyor. Örneğin bu dünyaya gelmeden anne babamızı seçtiğimiz, meleklerin varlığı, üstün varlıklara kanal olmak vs. gibi spiritüel olduğu ileri sürülen bilgilere kendimi ne yakın buluyorum, ne de uzak. Varsa vardır, yoksa da yoktur. Ama varmış gibi iddiada bulunmayı spiritüellik olarak görmediğimi belirtmek isterim.

Bu kitapta şu ana kadar birçok kabullenme ortaya koydum. Bunlardan bir tanesi, duygu sıkışması ve geçmişin duygusunun boşaltılmasının, birçok sorunu çözeceği ile ilgili kabullenmedir. Bugüne kadar gerek benim, gerekse benzer yurt içi ve dışı terapist ya da şifacıların aldığı sonuçlar, bu kabullenmemizin doğru olduğuna dair düşüncelerimizi güçlendirmektedir. Ama bilimsel midir? Hayır, henüz değildir. Belki zamanla bilimin de bir takım katkıları olacaktır.

Geçen bölümde verdiğim iyileşme modeli de benzer bir kabullenmedir. Ruhu hissederek yaşamanın hayatın amacı olduğunu ileri süren bu kabullenme, yine birçok açıdan gerçeğe yakın bir modelleme yaptığımıza dair belirtiler ortaya koyar.

İnsan spiritüel bir varlık derken ne demek istiyorum? Bu dünyaya spiritüel bir varlık olarak geldiğimizi... Evrensel gerçeklere uyumlu olarak yaratıldığımızı söylemek istiyorum. Yeni doğan bebekler ışıl ışıl parlar. En nemrut diyeceğimiz tipler bile, yolda böyle ışıl ışıl parlayan bir bebek gördüklerinde, çok kısa bir an olsa bile enerjileri değişir. Işıl ışıl parlamak, bebeğin “ben henüz hipnozlara bulaşmadım” işaretini vermesidir. Çocuklar spiritüelliklerini kaybettikçe, yani beyinleri, bilinçaltları hipnozlarla doldurulmaya başlandıkça, o keyif hali, insani hali kaybolmaya başlar. (Spiritüel insanın özelliklerini ayrıntılarıyla değersizlik inancı kitabımda yazdım).

İnsan; ruhu olan, evrensel enerjiyle aynı frekansta titreşen, özünde enerji kaynaklı bir varlıktır. Bu spiritüel kabullenmemiz olurken, bunun karşısına hipnotik inançlarımız yer almaya başlar; Buna göre insan maddi bir varlık olup, fiziksel bedenin dışında başka bir gerçeği yoktur. İşte geçmişin hipnozunu yaratan en temel inançlarımızdan biri... Salt fiziksel beden olsaydık, acaba niye tıbbın bu kadar çok çözemediği ve iyileştiremediği kronik hastalıklarımız olsun? Bir tane mi bile iyileşmez? Öte yandan tıbbi çarelerle iyileşmeyen birçok hasta yaşama bakışında köklü değişiklikler yaptığı zaman iyileşmektedir (Miracles Happen: The Transformational Healing Power of Past Life Memories.  Brian Weiss , Amy E. Weiss ).

Bir hikâye daha vardır, çok duyduğumuz. Tanrı dünyayı yaratırken yaşam ile ilgili sırrın hemen bulunmasını istememiş. Sanki insanın bilmediği ama derinlere yerleştirilen bir bilgi, insan ancak sırrı keşfettiği zaman gerçeği bulacağı ile ilgiliymiş. Yani insanın esas çabası sırrı aramakla ilgiliymiş. Tanrı baş melekleri toplamış. “Sırrı nereye saklayalım” diye sormuş. Bir melek “Everest’in tepesine saklayalım. Oraya kolay ulaşmaz” demiş. Daha deneyimli biri, “insan meraklı bir varlık olacak. Kısa sürede oraya çıkacaktır, uygun bir yer değil.” demiş. Diğeri, “Okyanusun en derinine saklayalım. Oraya kolay gidemez.” demiş. Diğeri, “İnsan akıllı bir varlık olacak. O nedenle oraya gidecek vasıtaları kısa sürede yapacaktır.” demiş. En yaşlı melek “Siz onu insanın içine saklayın, oraya bakmak asla aklına gelmeyecektir.” demiş. Ve sonunda sır insanın içine saklanmış. İşin tuhafı, sırrın içimizde olduğunu bilsek de a. Sırrın ne olduğunu bilmiyoruz; b. Bu sırra nasıl ulaşacağımızı bilmiyoruz.

İşte muhtemelen sırdan uzaklaştıkça, sırrın keşfedilmesi için bazı işaretler de bırakmış Tanrı. Bunlardan bir tanesi, duygu sıkışması ve titreşen duyguların yarattığı hisler. Hisler alarm görevi görürler, demiştim. Yani her his hem içimizdeki hipnozu gösterir, hem de sırdan uzaklaşılmaya başladığına dair uyarı verir. Belki de hislerle ilgili sır da bu olabilir. Bana uzun süre, en anlaşılmaz gelen duygulardan biri, spiritüel öfke olarak adlandırdığım duygunun kaynağı olmuştur. Doğrudan yaşamsal tehlike olmamasına rağmen, bir çocuğa onun spiritüel bir varlık olduğunun tersine yapılan her davranış öfke biriktirir. Örneğin bir çocuğun yaptığı bir resmin fark edilmemesi ve geri bildirim verilmemesi gibi…

Zamanla spiritüel öfkenin kaynağının doğrudan insan tarafımızdan kaynaklandığını ve yeniden insanlığımızı bulmak amacıyla iz ve işaret bırakmak için üretildiğini düşünmeye başladım. Duyguları derinine analiz ederken bu konuya tekrar döneceğim. (Bilinçaltının da böyle bir huyu var gibidir. Hem duyguları bastırmak ister, hem de sırların açığa çıkması için sürekli işaret bırakır. Bunu da regresyon çalışmaları bölümünde anlatacak örneklerim olacak.)

Duyguların insani ve spiritüel yönü de budur. Varlığımıza karşı fiziksel bir tehditten çok insan olmamızı ezmeye çalışan, insani değerlerimizi çiğnemeye çalışan durumlar karşısında duygusallığı yaşamamız son derece insani bir durumdur ve bizi diğer canlılardan ayıran en büyük ve kutsal yönümüzdür. Duyguları çok sıkışmış, hipnozları çok derinleşmiş, insanlığın yerini korku idaresi almış birçok kişide bu duygular hissedilemez olur. Sıkışmış duyguları boşalttıkça, yeniden insani duygularımızla da buluşmaya başlayacağız. Duyguları bastırmak hipnozumuz olurken, insani duygularımızı hissetmek ve ifade etmek ise spiritüel yanımız olacak.

Özetle;

Spiritüelliğimizi kaybettikçe hipnoza giriyoruz.

Hipnoza girdikçe maddi varlıklar olduğumuza inanmaya başlıyoruz.

Bundan sonra tüm çabamızla değerli bir mal olma savaşımız başlıyor.

Mallaştıkça sırdan uzaklaşıyoruz. Sırdan uzaklaştıkça daha kötü hissediyoruz. Daha kötü hissettikçe, iyi hissetmek için ya daha çok mallaşıyoruz ya da daha çok mallanıyoruz.

Duygu koçuna düşen görevlerden biri de bu…

Kişiyi yeniden spiritüelliği ile buluşturmak. Ben bir malım hipnozundan çıkarmak.

Yeniden duygularıyla yaşayan bir varlık olduğuna ikna etmek…

 Son düzeltme: 13.03.2017


Yorumlar - Yorum Yaz